Her yerde ‘serinliğin tiranlığı’. Serinlik, yani cool olmak. Her şey eşit derecede anlamlı, dolayısıyla da herşey anlamsız. Kayıtsızlığın, değdiği her şeyi cansız bir taş yığınına çeviren o soğuk dili. Hiçbir şeye şükran duymamanın, her şeyi zaten hak ettiğini düşünmenin nobran meydan okuyuşu. Herşeyi hak ediyorum o halde hiçbir şey için teşekkür etmem gerekmiyor. Hayatlarımızdan aşkınlığın izlerini sileli beri, nasıl da sığlaştık. Aldous Huxley, kanserden yatağında can verirken, ‘Evet bu acı verici’ demiş, ‘Ama şu kainatın mükemmelliğine bir bakın’. İnsan olmanın hayreti. İnsan olmanın dehşeti. Vecd halleri bie gayretle elde edilmiyor artık, iç temrinlerle ulaşılacak bir şey değildir vecd, daya kimyasal ilacı ve al sana, suni vecd. Her yerde serinliğin tiranlığı. Gençler kendilerini video oyunlarının fantezi dünyasında serinletiyor. Her kişi bir başkası olmak telaşında. Hepimiz yenilmez savaşçılar, göz kamaştıran şöhretler olmayı diliyoruz. ‘Başkası olma arzusu’ demişti Kierkegaard, ‘ümitsizliğin dibidir’. Gerçeklik o kadar hayal kırıklığı uyandırıcı ki düşlere sığınmaktan başka çare yok. Bir ilticagah olarak düşyeri. Yaşantının cılızlaşması. Ekran her yeri kaplıyor. Ekran hayatının tiranlığı. Ekran giderek daha fazla kamusal alanı sömürgeleştiriyor ve bizde giderek daha fazla şüphe uyandırıyor, ‘başka bir yerde buradakinden daha güzel bir hayat olmalı’ dedirtiyor. Ekrandaki gerçeklik daha gerçek. Ekran büyüyor ve parlaklaşıyor, izleyiciler küçülüyor ve aptallaşıyor. Eflatun’un mağarasında yaşıyor izleyici, daimi kasvet halinde bir gölge varlık olarak, ancak gün ışığına, yani ekrana çıktığında gerçek parlaklığına kavuşuyor. Hakikat sıkıcı ve durağan, imge dinamik ve hareketli. Gerçekten gerçek olmak istiyorsan bir imge olmalısın, çünkü sadece ekranda görünenler gerçektir.
Serinliğin krallığı her yerde kendisini gösteriyor. Aşk, içi boşaltılmış bir kelime olarak bundan nasipleniyor. Aşk için de bir sorumluluk altına girmeniz gerekmiyor, o dışarıdan gelip omzunuza konacak, doğru kişiyi buluvermenizle birlikte, birden içinizdeki bütün kırılganlığı, emniyetsizliği ve yalnızlığı iyileştirecektir. Aşkı sağlamak ötekinin görevidir o halde bir şeyler yolunda gitmiyorsa bu diğerinin suçu olsa gerektir. Günümüz dünyasında ‘ilişki’ye o kadar yük bindiriliyor ki. Çift ilişkisi; bağ kurma, anlam bulma ve coşkunun yegane kaynağı oluveriyor modern şehir hayatında. Issızlığın ortasında bir birine umutsuzca yapışmış iki insan. Zavallı ilişki, geçmişin anlam ağları arkasında olmaksızın, hayatın bütün zorluklarına tek başına karşı koymak zorunda. O da, bir darbede çözülüveriyor. Yeri gelmişken, ben bu öyküleri pek severim, bir ‘döşeğimde ölürken’ öyküsü de fizikçi Heisenberg’den. Üstat öte dünyada Tanrı’ya bir sorusu olduğunu söylemiş ölüm yatağında, ‘Neden türbülans var?’ Herşey birden bir ilişikide de tersine dönebilir, bir aşk türbülansa girebilir, aşk nefrete, nezaket zalimliğe, memnun etme arzusu yaralama arzusuna, sevgilinin yüzüne ebediyen bakma arzusu o kahrolası yüzü bir daha hiç görmeme isteğine dönüşebilir. Evlilik, bir roman kahamanının söylediği gibi, ‘bir yıllık ateş ve ardından otuz yıllık kül’e dönüşebilir. Oysa araştırmalar gösteriyor ki ayrılıklar ‘biz’ duygusunun kaybedilmesiyle başlıyor, kişiler ‘biz’ duygusundan yararsız ve kendilerini korumaya dönük ‘ben’ duygusuna döndükçe, evlilik içinde iki yalnız insan ortaya çıkıyor.
Cool’uz artık, seriniz. Soğukkanlıyız. Sorumlu değiliz. Bir şeyi bilmek için onu yaşamamıza gerek yok. Her şeyi doğuştan hak ediyoruz. Ekranlarda yaşıyor, daima kaçmak istiyoruz. Bizden bene kaçmak, gerçekten düşe kaçmak, benden başkasına kaçmak. Ama bu bizim hakkımız.
Dışarıda serin bir rüzgar esiyor.